Fuat Kökek'in yeni kitabı okurla buluştu: Eski Beşiktaş’ı belleksizliğe karşı direniş için anlattım
Sanat size göre nedir, ne değildir? Türkiye’de sanatın serüvenini nasıl anlatırsınız?
Karar Gazetesinden Şule Demirtaş'ın haberinde Tutkuyla bağlı olduğu İstanbul’u ve Beşiktaş’ı anlattığı, eşi Duygu Güles Kökek’in sanat tarihçisi kimliği ile kaleme aldığı kitabı ‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’ okurla buluşan sanatçı Fuat Kökek: “Eski Beşiktaş’ı anlattım. ‘Ah, nerede o eski Beşiktaş’ diye değil, belleksizliğe, hafızasızlığa karşı bir direniş olsun diye; burada böyle bir Beşiktaş vardı, ‘onu el birliğiyle hiç ettik’ şuurunu kazandırmak için yazdık.”
ŞULE DEMİRTAŞ
Sanatçı Fuat Kökek’in doğup büyüdüğü ve tutkuyla bağlı olduğu İstanbul’u ve Beşiktaş’ı anlattığı, eşi Duygu Güles Kökek’in sanat tarihçiliği kimliği ile kaleme aldığı kitabı ‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’ okurla buluştu. Kökek’i sadece Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde bir hoca ve akademisyen olarak ya da kitabında bahsettikleriyle değil, eşi benzeri olmayan seramik eserleri ile de değil, mitolojiye, sinemaya, müziğe, resme, heykele kısaca sanatın dokunduğu her alana olan ilgisi ve bilgisiyle anlatmak isterdim. Ülkenin yetiştirdiği en önemli belleklerden biri aynı zamanda. Bizim kulaktan duyduklarımızı yaşayarak, bizzat müşahede etmiş bu emeritusla konuşurken zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim. Elbette bu röportaj burada bitmeyecek… Anlattığı her kelimenin kıymetini anlayabilme arzusuyla. Keyifli okumalar…
Fuat Bey bize kendinizden bahseder misiniz?
Balkan Harbi zamanında Leskovik’ten İstanbul, Beşiktaş’a göçen Arnavut bir ailede doğdum. Çoğu Arnavut gibi benim babam da bir toprak adamı, bahçıvandı. Hem tabiat hem yaşantı hem de mimari anlamında çok zengin bir İstanbul’un çocuğuyum. Babamı erken yaşta kaybettim, dolayısıyla babasız büyümenin riskini ve lüksünü yaşadım. Her şeye rağmen devlet okullarında okuyup ve Devlet Tatbikî Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nu bitirip akademisyen oldum. 55 seneyi aşkın, çamurla ve seramik sanatıyla yoğruldum, hem yaptım hem öğrettim. Hâlen çamurdan edindiğim hayat görgüsünü aktarmaya devam ediyorum.
Sanat size göre nedir, ne değildir? Türkiye’de sanatın serüvenini nasıl anlatırsınız?
Sanat tek kelimeyle çalışmaktır. Şu an Türkiye’de yapılagelen sanat adı altındaki işlere pek inanmıyorum. Mevcut sanatın, tüm sanat dallarındaki spekülatif olaylardan dolayı kapitalizmin bir tezgâhı hâline geldiği aşikâr. Sanat, evrensel estetik kabuller içeren bir üretim biçimidir. Türkiye’de üretilen sanatın evrensel bir karşılığı varsa ne âlâ. Münferit örnekler elbette vardır. Oysa ben topyekûn bir milleti, bir Türk kimliğini ifade eden adamakıllı bir güncel üslubun noksanlığından bahsediyorum. Günümüzde sanat Batı’da da krize girmiş durumda. Fakat bizden farklı olarak Batı’da insanların sığınabilecekleri bir sanat geleneği, yabana atılamayacak bir sanat kanonu mevcut.
‘ESKİ DÜNYA İLE HESAPLAŞAMADIĞIMIZ İÇİN YENİ DÜNYAYI ANLAYAMIYORUZ’
Sanat bizde Avrupa’daki kadar neden gündelik hayata, eğitime, gelişmeye nüfuz edemedi?
Çünkü rönesansın reformun yok. Aydınlanma çağın yok, Sanayi devrimin yok. Daha ne olsun? Ha bunlar oldu da ne oldu? İnsanlığın hâli ortada.. Ancak bunların bir şekilde yaşanması, Eski Dünya’yla kıran kırana hesaplaşılması gerekiyordu. Biz Eski Dünya’yla makul yönlerden hesaplaşamadığımız için, yaşadığımız Yeni Dünya’yı ne anlayabiliyoruz, dolayısıyla ne eleştirebiliyoruz, ne de öncü bir şey üretebiliyoruz. Yeni Dünya’nın eleştirilecek çok yönü var, ama biz geçmişe öyle bir saplanmışız ki önümüzü göremez olmuşuz. Geçmiş derken geçmiş zaferlerden ya da yenilgilerden bahsetmiyorum, bizde 1980’lere karşı bile bir özlem var, bu patolojik değil mi?
Eşiniz Duygu Güles Kökek ile birlikte okura sunduğunuz ‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’ kitabı bu özlemden mi doğdu?
Evet. Ben de eski Beşiktaş’ı anlattım, kitabını yazdık. “Ah, nerede o eski Beşiktaş” diye değil, belleksizliğe, hafızasızlığa karşı bir direniş olsun diye; burada böyle bir Beşiktaş vardı, ‘onu el birliğiyle hiç ettik’ şuurunu kazandırmak için yazdık. Tüm sanatlarda müziğe ulaşma kaygısı vardır. Resim, heykel, mimari, hepsi müzikteki kavramlarla tanımlanır. Doğu ve Batı müziğini ele alalım. Biz sanat açısından Doğu ülkesiyiz. Klasik Batı Müziği, ruhani öğeler taşıyan konser salonlarında disiplinle icra edilip dinlenir. Beethoven’la, Schubert’le, Verdi’yle bireylerin ruhsal eğitimine katkıda bulunur. Senin milletin Mustafa Itrî’yi, Dede Efendi’yi, Hacı Arif Bey’i öyle görkemli salonlarda aynı disiplinle dinleyebiliyor mu? Senin kendi özgün sanatını dinleme arzun ve disiplinin yok. Sanat sana nasıl nüfuz etsin?
Batılılaşma, Avrupa sanatının özellikle mimaride Türk sanatına eklemlenmesi bize ne kazandırdı, ne kaybettirdi?
İstanbul’un mevcut mimari durumuna bakarsak pek bir şey kazandırmadı görünüyor. İki üç barok ya da ampir üslubunda camiye bakıp bir kazanımdan bahsedebilir miyiz? Yahut Cumhuriyet döneminde uluslararası üslupta yapılmış Hilton Oteli’ne ya da Saraçhane’deki İstanbul Belediye Sarayı’na bakıp kentin mimari bütünlüğünden dem vurulabilir mi? Bozdoğan Kemeri’nin karşısında öyle bir yapı. Mimarlık dediğimizde salt bir yapının müstakil estetiğini kastetmeyiz, yapının çevresiyle ilişkisini, onlarla kurduğu diyaloğu da hesaba katarız. Ben mimar değilim, bu konuda ahkâm kesecek hâlim yok. Fakat şehrini seven, şehir ve insan ilişkisi üzerine sürekli düşünen biriyim. İstanbulluyum ve şu an Sultangazi’den Sultanbeyli’ye İstanbul’un her karışını biliyorum. Bakın eskinin görece sınırları olan Topkapı’dan Ümraniye’ye demiyorum, dikkat edin. Yani bu şehirde doğmuş, burada ölmek ve bu şehre gömülmek isteyen biri olarak şehrim üzerine konuşma ehliyetim var.
Türkiye’de eğitim nasıl bir anlayışa evrilmeli ki bu çıkmazdan çıkabilelim? Eleştirilerinizi, çözüm önerilerinizi merak ediyorum.
Aklımızı ve hafızamızı başımıza devşirmek dışında bir çözüm bilmiyorum. Mimari, kültürel ve sosyal hafızasızlığın zararları ortada, hiçbir değerimize sahip çıkamıyoruz. Doğan Kuban, 10 milyon köylünün yaşadığı yerde kültür sanat eğitimi olmaz, demişti. Pejoratif bir ifade değil bu, bir olgunun tespiti. İstanbul’da kuş kalmadı, Marmara’nın hâli duman. Eğitimle ne alakası var demeyin. Toprak, taş, bitki, hayvan, deniz, şehir ve insan; hepsi birbirine bağlı. Birinin başına gelen fenalık hepsine geliyor.
OTANTİK BİNALAR OTELLERİN GÖLGESİNDE KALDI
Son yıllarda İstanbul’da çokça otel de yapılıyor. Şehrin kültürel dokusuna etkisi nasıl sizce?
Haliç Tersaneleri’nin mevcut durumunu ele alalım. Beş yüz senelik tersane binalarının taş dokusuyla arkadaki Kulaksız Mezarlığı’nın servileri arasında yakın bir ilişki vardı. Yeni yapılan otel binaları bu ilişkiyi ve mezarlığın peyzajını yok etti. Eski otantik binalar hesapta korundu, ama iki büyük otel binası oradaki bütün dokuyu ortadan kaldırdı. Mahallem Galataport da aynı şekilde. II. Mahmud’un banisi olduğu Nusretiye Camii, malum batılılaşma döneminde yapılmış bir cami. Sonra etrafındaki diğer yapılar yıkıldı ve Sedad Hakkı Eldem tarafından ithal BTB kaplı, halkın denizle ilişiğini kesmiş ve senelerce atıl kalmış, fonksiyonsuz liman binaları inşa edildi. 50 sene sonra onlar da yıkıldı ve yerine şimdiki Galataport; hiçbir kültürel-sanatsal işlevi olmayan, sırf tıkınma ve çul çaput dükkânlarıyla dolu bir yapılar yığını yapıldı. Galata rıhtımına baktığımızda, 19. yüzyıldan bu yana kesintisiz bir batılılaşma hikâyesi izliyoruz dikkat edin. Bu hikâyede inşa edilen her yeni yapının, içinde bulunduğu sosyal ve tarihî çevreyle nasıl bir ilişkisi ve iletişimi var? Bunun cevabını okuyuculara bırakıyorum. Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Menderes istimlaklerinden sonra surların içerisine Laz müteahhitlerin yaptığı binalara bakalım yeter. Hepten Fındıkzade, Fatih, Aksaray, Yenikapı, Kumkapı, Cerrahpaşa, Yedikule’ye kadar silme beton. Edirnekapı, Karagümrük, Vefa, o fecaat Çarşamba, Cibali, Balat. ‘Kırmızı Mektep’ Fener Rum Okulu’nun etrafı Sing Sing Hapishanesi gibi değil mi allaseniz?